Masumiyet karinesi, hakkındaki hüküm kesinleşinceye kadar, şüpheli/sanığın suçlu muamelesi görmemesini ve lekelenmemesini ifade eder. Hüküm kesinleşinceye kadar kişi, kamuoyuna suçlu olarak lanse edilmemelidir. Bir kimsenin suçu işlediğinin ifade edilmesiyle, bir suçtan dolayı şüpheli olduğunun söylenmesi birbirinden farklıdır ve o kişinin suçlu olduğunun kesin yargılarla ifade edilmesi, suçsuzluk karinesini ihlal eder. Ceza yargılamalarında amaç, maddî gerçeğin hiç bir kuşkuya yer bırakılmaksızın ortaya çıkarılmasıdır; kuşkunun bulunması halinde, mahkûmiyet kararı verilmesi ceza hukukunun genel ilkelerine aykırıdır; kuşkudan sanığın yararlanacağı evrensel bir ceza hukuku ilkesidir ve varsayımlara dayanılarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz.
- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2. maddesine göre, “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.”
- Anayasa’nın 38/4. maddesi de “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”, diyerek aynı ilkeyi benimsemiştir. Hukuk devletinin bir gereği olan bu ilke nedeniyle, bir kimsenin suçluluğunun kesinleşmiş yargı kararıyla ispat edilmiş olmasına kadar, o kişinin suçsuz olduğu varsayılacaktır.
Ceza yargılamasının amacı hukuk düzenini ve barışı yeniden kurmaya yarayan maddi gerçeğe ulaşmaktır. Ancak ceza yargılamasında maddi gerçek ne pahasına olursa olsun araştırılmamakta, bu faaliyetin yargılama kurallarına uygun olarak insan hakları ihlal edilmeksizin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede ceza yargılamasında maddi gerçeğin araştırılması sanık hakları olarak da nitelendirilen bir takım ilkelerle sınırlandırılmakta, sanığın kendisine kanunların tanıdığı hak ve yetkileri gereği gibi kullanabildiği bir süreç sonunda ulaşılan gerçeğe değer verilmektedir.
Masumiyet Karinesi Nedir?
İlkeler, demokratik hukuk devletinde çok önemlidir. Bu bağlamda ceza yargılamasında da uyulması gereken bazı ilkeler bulunmaktadır. “Masumiyet karinesi” de bu ilkelerden biridir. “Karine” sözcüğünün hukuktaki anlamı; varlığı bilinen olgudan varlığı bilinmeyen olgunun çıkarılmasıdır. Masumiyet karinesi, kişilerin suçluluğunun “kesinleşmiş yargı kararı ile” tespit edilene kadar masum sayılacağı anlamına gelir. Masumiyet karinesi ile suç işlediği iddia edilen kişilerin, devlet ve toplum nazarında suçlu varsayılmasını engellemek amaçlanır. Bu ilkenin temeli, adil yargılanma hakkıdır. Masumiyet karinesine “suçsuzluk karinesi” de denmektedir. Suçsuzluk karinesi, bir suçtan dolayı kovuşturulan kişinin, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit olmadıkça suçlu sayılmamasını ifade eder. Bazen suçsuzluk karinesi, bazen de masumluk karinesi olarak adlandırılan bu kavram3 ilk defa ve açıkça 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 9. maddesinde tutuklulukla ilişkili olarak “Her insan, suçlu olduğu bildirilinceye kadar suçsuz sayılacağından, onun tutulması gerekli görüldüğü zaman, kendisini elde tutmak için gereken sıkılıktan artık bir sertlik yasayla ciddi biçimde cezalandırılmalıdır”4 şeklinde temel insan hakları kataloğundaki yerini almıştır
Masumiyet karinesi, 1789 tarihli Fransız Kişi ve Vatandaş Hakları Bildirgesi ile ilk kez hukuk literatürüne girmiştir. Bu ilke, Anayasamız ile Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde (AİHS) düzenlenmiştir. Kişilerin temel hak ve özgürlüklerine ağır müdahale edilmesi sonucunu doğuran ceza yargılaması faaliyetinde bazı ilkelerin olması, devleti insan haklarına saygılı, hukuk devleti ve demokratik devlet olarak nitelendirmek için önem arz eder.
Bu ilkelerden olan masumiyet karinesi, Anayasamızın 15/4. maddesinde “temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” bağlamında “çekirdek haklar” içinde ve “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” başlıklı 38. maddesinde düzenlenmiştir. Anayasamızın 38/4 maddesine göre; “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” Bu maddede masumiyet karinesi, bir “temel hak olarak” hüküm altına almıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise, masumiyet karinesini 6. maddesinin 2. fıkrasında adil yargılanma hakkının alt unsuru olarak hüküm altına almıştır. Sözleşmenin bu maddesi uyarınca; “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.”
Masumiyet Karinesinin İşlevi
Masumiyet karinesi, bir suçtan dolayı yargılanan kişinin, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit olmadıkça suçlu sayılmamasını ifade eder. Halk arasında suçsuzluk karinesi olarak da bilinir. Masumiyet karinesi ilk defa ve açıkça 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 9. maddesinde tutuklulukla ilişkili olarak “Her insan, suçlu olduğu bildirilinceye kadar suçsuz sayılacağından, onun tutulması gerekli görüldüğü zaman, kendisini elde tutmak için gereken sıkılıktan artık bir sertlik yasayla ciddi biçimde cezalandırılmalıdır” şeklinde temel insan hakları kataloğunda yerini almıştır.
Bir kimseye ceza verilebilmesi için yargılamanın akla ve mantığa uygun, gerekçelere dayalı olması ve tüm şüphelerin bertaraf edilmesi şarttır. Çünkü ceza yargılamasının amacı, insan onuruna ve hukukun temel ilkelerine yaraşır şekilde gerçeğin araştırılmasıdır. Ama burada kastedilen “maddi gerçek”, “mutlak gerçek” anlamına gelmez. Günümüz ceza yargılamasının ulaşmaya çalıştığı hedefler; insanlık onuruna saygı göstermek, gerçeği araştırmak, masum olanı cezalandırma riskini azaltmaktır. Masumiyet karinesi, savunma hakkı ile yakından bağlantılıdır. Suçla itham edilen kimsenin baştan itibaren suçlu kabul edilmesi, ama ona savunma hakkının verilmesi bir anlam ifade etmez. Oysa masumiyet karinesinden yola çıkarak yargılama süreci sonunda maddi gerçeğe ulaşılması amaçlanmalıdır. Masumiyet karinesi ile savunma hakkı anayasada ve AİHM kararlarında “birbirinin uzantısı olarak” değerlendirilmektedir.
Ceza Muhakemesi Kanunundaki (CMK) bazı düzenlemeler, masumiyet karinesinin bir uzantısıdır. CMK’da yer alan masumiyet karinesinin bir uzantısı olan düzenlemelere örnek olarak; soruşturmanın gizliliğini (CMK md. 157), adliye binası ile duruşma salonunda ses ve görüntü alan aletleri kullanma yasağını (CMK md. 183), beraat kararı verilebilecek haller arasında “delil yetersizliğinden beraat” yerine “suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması” kavramını (CMK 223/e) gösterebiliriz.
Masumiyet Karinesinin Anayasal İlkelerle İlişkisi
Anayasa; masumiyet karinesini “çekirdek haklar” arasında saymıştır. Adil yargılanma hakkının doğrudan sonucu olan masumiyet karinesi, aynı zamanda hukuk devleti ilkesinin de bir kriteridir. Çünkü hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri de, kişilerin hukuki güvenliklerinin ve “suç ve cezalara dair güvencelerin sağlanmasıdır.
“Hukuk güvenliği”, hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biridir. “Hukuk güvenliği ilkesi” gereğince; hukuk normları öngörülebilir olmalı, bireyler tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmeli, devlet de düzenlemelerinde güven duygusunu zedelememelidir. Bu nedenle, önceden oluşturulmuş hukuksal durumların, sonradan yapılacak düzenlemelerle değiştirilmesi, kişilerin hukuktan beklediği güvenle bağdaşmaz. Devletin düzenleyici işlemine, taahhüdüne veya uzun süren uygulamasına güvenerek, kişinin çıkarına veya lehine olan bir neticeye ulaşma umuduna haklı beklenti denilir. “Hukuki güvenlik hakkı”, herkesin temel bir insan hakkıdır. Bunu sağlayan en önemli araçlardan biri de masumiyet karinesidir. Bu nedenle, “kişi özgürlüğü ve güvenliği” ile “masumiyet karinesi” esastır.
Masumiyet karinesi aynı zamanda Anayasal temel bir hak olan “adil yargılanma hakkı” ile de ilişkilidir. Anayasamızda “hak arama hürriyeti” başlığı altında yer alan madde 36/1’e göre; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Bunun bir uzantısı olarak, TCK. m.1’de “ceza kanunun hukuk devletini korumak amacı”, yasal düzenleme olarak kabul edilmiştir.
Ceza yargılamasının amacı, hukuku korumak, maddi gerçeği bulmak ve suçluyu cezalandırmaktır. Suç işlediği iddia edilen kişiye usulü güvencelerin tanınarak sonuca gidilmesi, adil yargılanma ilkesinin gereğidir. Soruşturma safhasında savcılığın, kovuşturma safhasında ise mahkemenin kişiye tanınan usulü güvenceleri gözetmesi ve şüpheli veya sanık lehine olan kanıtları da toplaması gerekir.
Adil yargılanma hakkı, temel hak niteliğini taşımasının ötesinde; “diğer temel hak ve özgürlüklerden gerekli biçimde yararlanılmasını, bunların korunmasını sağlayan” etkili güvencelerden biridir. Kişilerin masumiyetinin sadece yargı organları karşısında değil, tüm idari veya özel hukuk ilişkilerinde de gözetilmesi gerekir. O nedenle kişilerin, diğer bir kişinin onurunu, şerefini ve saygınlığını rencide edecek nitelikte somut fiil yahut olgu isnat etme hakkı yoktur. Bu bağlamda ifade özgürlüğü bile, başkalarının şöhret ve haklarının korunması için sınırlandırılabilir.
Burada üzerinde durulması gereken önemli Anayasal kavramlardan bir de “insan onuru”dur. Kişilerin adil yargılanma hakkının sonucu olarak; masumiyet karinesi, kişinin kötü muameleye maruz bırakılamayacağı, özgürlüğünün kanunda sayılmayan hallerde sınırlanamayacağı, temel haklarının ihlal edilemeyeceğinin gözetilerek onurunun korunması, bu amaçla etkili başvuru hakkının tanınması gerekir. Anayasa Mahkememize göre insan onuru, “insanın insan oluşunun insana kazandırdığı değer”dir. Kişiyi kendisinin veya başkalarının gözünde küçük düşüren, insan onuru ile bağdaşmayan ceza veya muameleye tabi tutulamayacağı kabul edilmiştir. Nitekim Anayasa m. 17’e göre; “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.” “İnsan haysiyeti” ile “insan onuru” aynı anlama gelir. “İnsan onuru”, kişinin hangi koşullar altında olursa olsun sırf insan olmasının kazandırdığı değerleri ve bu değerlerin tanınıp sayılmasını ifade eder. Bu bağlamda, örneğin, sanığa insan onuruyla bağdaşmayan hareketler korku, ıztırap ve aşağılık duygusu oluşturan veya onu küçük düşürecek, alçaltacak nitelikte, insanı amaç olmaktan çıkarıp, “araç durumuna düşüren” davranışlar olarak belirlenebilir. Bu muameleler bağlamında, kişinin fiziksel yahut moral direncini kırmaya yönelik tutumlar ya da kişiyi iradesi ya da vicdanı aleyhine hareket etmeye yönlendiren tutumlar da bulunur.
Masumiyet Karinesinin Koşulları
Masumiyet karinesinin uygulanması için ortada bir suç isnadı bulunmalıdır. Bu koşul, Anayasamızın 38/4. maddesinde “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar …”; AİHS m. 6/2’de ise “bir suç ile itham edilen her şahıs suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar…” suçsuz sayılır, biçiminde ifade edilmiştir. Buna göre, masumiyet karinesinin ileri sürülebilmesi için o kişi hakkında bir suç isnadı mevcut olmalıdır.
AİHM içtihatlarına göre; AİHS’e taraf devletler, herhangi bir eylemi sözleşmede korunan hak ve özgürlükleri ihlal etmemek koşuluyla, suç haline getirebilirler. Öte yandan taraf devletler, kendi mevzuatlarında idari suçlar da düzenleyebilirler. Ama taraf devletin mevzuatının suç olarak nitelemediği bir eylem de AİHS’deki anlamda suç oluşturabilir ve 6. maddenin uygulama alanına girebilir. (Örneğin AİHM Minelli/ İsviçre kararı)
Masumiyet Karinesinin Sonuçları
Adil yargılanma hakkının unsuru sayılan masumiyet karinesinin sonuçları öncelikli olarak ceza yargılaması alanında görülür. Masumiyet karinesinin ceza yargılaması alanında ortaya çıkan temel sonuçları; lekelenmeme hakkı, ispat yükünün iddia makamına düşmesi, susma hakkı, şüpheden sanığın yararlanması (in dubio pro reo), tutuklulukta makul sürenin aşılmaması ve hukuka aykırı delillere dayanamamadır. Bunlar aşağıda açıklanacaktır.
Lekelenmeme Hakkı
“Lekelenmeme hakkı”, masumiyet karinesinin doğal sonuçlarından biridir. Ceza yargılamasında şüpheli veya sanığın en temel hakları arasında yer alan lekelenmeme hakkı, suç şüphesi sebebiyle hakkında soruşturma veya kovuşturma yürütülen kimsenin soruşturma veya kovuşturma işlemlerinden dolayı şeref ve onurunun zarar görmemesi, toplumdaki saygınlığının korunması, onun masumiyetine zarar verecek, onu toplumun nazarında mahkum edebilecek tüm davranışlardan kaçınmaktır.
İspat Yükünün İddia Makamına Düşmesi
Yargılamanın hedefi, maddi gerçeğe ulaşmaktır. Ceza yargılamasında, isnad edilen eylemin sanık tarafından işlendiğinin veya işlenmediğinin, hukuk tarafından kabul edilen vasıtalarla, mahkemenin tam kanaate ulaşmasını temin çabasına “ispat” denilir. Masumiyet karinesinin ceza yargılaması alanında çıkan temel sonuçlarından bir diğeri, ispat yükünün iddia makamına düşmesidir. Yani hiç kimse, suçsuzluğunu ispat etmek zorunda değildir. Tam tersine, bir kimsenin suç işlediği iddia ediliyorsa, o kişinin o suçu işlediğini iddia eden, yani iddia makamı ispat etmek zorundadır. Hukukî ifadeyle, ispat yükü iddia makamına düşer. Önemle belirtilmelidir ki, ceza yargılamasında re’sen (kendiliğinden) araştırma prensibi geçerlidir. İddia makamı olan savcı ile yargılama makamını temsil eden mahkeme, sadece kişinin aleyhine olan delilleri değil, lehine olan delilleri de toplamak mecburiyetindedir. (CMK md.160/2) Sanık kendine yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak, lehine olan delilleri ibraz edebilir veya toplanmasına işaret edebilir.
Susma Hakkı
İspat yükünün iddia makamına düşmesinin bir sonucu olarak, sanığa susma hakkı tanınır. Nitekim Anayasa md. 38/5 uyarınca; sanık aleyhine yöneltilen suçlamalara karşı susma hakkını kullanabilir. Susma hakkı gereği, susması sanık aleyhine yorumlanamaz. Susma hakkı konusunda AİHM’in şu değerlendirmeleri dikkate şayandır: “Mahkeme, her ne kadar Sözleşme’nin 6. Maddesi’nde özellikle belirtilmemiş olsa da, sessiz kalma ve –bunun bir parçası olan kendi aleyhine tanıklık etmeme hakkının 6. Madde kapsamındaki adil yargılanma kavramının esasını oluşturan ve genel olarak kabul edilen uluslararası kuralların özünde bulunan bir hak olduğunu anımsatır. Bu hakkın gerekçeleri arasında, sanığın yetkililerce uygunsuz bir şekilde zorlamaya maruz kalmaya karşı korunması yoluyla adaletin tecellisindeki hatalı uygulamaları önlemek ve 6. Maddenin hedeflerini yerine getirmek bulunmaktadır. Kişinin kendi aleyhine tanıklık etmeme hakkı, özellikle bir ceza davasında savcılık makamının sanığın iradesi dışında tehdit veya tazyik yöntemleriyle elde edilmiş delillere başvurmadan sanığa karşı iddiasını kanıtlamaya çalışmasını öngörür. Bu bağlamda söz konusu hak, Sözleşmenin 6. Maddesinin 2. fıkrası kapsamında bulunan masumiyet karinesiyle yakından bağlantılıdır.” (17.12.1996 tarihli Saunders/Birleşik Krallık Kararı)
Şüpheden Sanığın Yararlanması
Bir kişinin beraat etmesi için masumiyetinin anlaşılması gerekmez, kişinin suçlu olmadığının anlaşılması beraati için yeterlidir. Bu nedenle ceza yargılamasında “şüpheden sanık yararlanır ilkesi” kabul edilmiştir. Bu ilke kaynağını masumiyet karinesinden almaktadır. CMK madde 223/2/e bu durumu, “yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması” olarak ifade etmiştir. AİHM de “şüpheden sanık yararlanır ilkesi”ni şu ifadelerle masumiyet karinesi ile ilişkilendirmiştir: “Mahkeme, genel kural olarak, sunulan ve toplanan delilleri değerlendirmenin ulusal mahkemelerin işi olduğunu, Mahkeme’nin görevinin ise yargılamanın bir bütün olarak adil olup olmadığını saptamak olduğunu hatırlatır. Bu görev, ceza davalarında masumiyet karinesine uyulmasını da içerir. 6. Madde 2. fıkra, diğer hususların yanısıra, bir mahkeme heyetinin görevini yaparken işe sanığın isnat edilen suçu işlemiş olduğu konusunda bir önyargıyla başlamamasını gerektirir; ispat yükü iddia makamındadır; var olan her tür kuşku sanık lehinde yorumlanmalıdır (bkz. Barberà, Messegué ve Jabardo-İspanya davası 72). Yani, ispat yükünün iddia makamından savunmaya aktarıldığı durumda masumiyet karinesi çiğnenmiş demektir.” (20 Mart 2001 tarihli Telfner/Avusturya Kararı)
Tutuklulukta Makul Sürenin Aşılmaması
Ceza yargılamasında sanığın suçluluğu ispatlanıncaya kadar, o suçsuz sayılır. Ama, bu onun hakkında mahkumiyet kararına kadar hiçbir şey yapılamayacağı manasına gelmez. Çünkü, sanık henüz suçlu değildir; ama şüpheli olması sebebiyle kesin olarak masum da değildir. Bu sebeple, sanık hakkında bazı yargılama önlemlerine başvurulmasının “belli sınırlar içinde kalmak koşuluyla” masumiyet karinesini ihlal etmediği kabul edilmektedir. Ceza yargılamasındaki koruma tedbiri olan tutuklama, Türk Hukukunda CMK’nun 100 ve devamı maddelerinde hüküm altına alınmıştır. Hakimin tutuklama kararı verebilmesi için, “kuvvetli suç şüphesi”nin yanı sıra söz konusu suç hakkında “verilmesi muhtemel ceza ile orantılı olması” da gereklidir. Ağır olan bu koruma tedbirinin keyfî biçimde uzun süreli uygulanması ihtimalini engelleme düşüncesiyle tutukluluk süreleri için “azami süreler” tespit edilmiştir. Tutuklulukta geçen sürenin makul olması gerekir. “Makul süre” kavramı Anayasa’nın 19/7’üncü maddesinde ve AİHS’in 5/3’üncü maddesinde kullanılmıştır. Burada geçen makul süre, AİHS’in adil yargılanma hakkına dair 6. maddesindeki makul süreden farklıdır.
AİHM tutukluluk ile masumiyet karinesi arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır: “… Sonuç olarak tutuklu yargılamanın süresi ile ilgili olarak AİHS’nin 6§2. maddesi bakımından ayrıca bir soru ortaya çıkmamaktadır. Zira bu alanda bu ilkeye riayet edilmesinin sağlanması esastır. AİHM bu şikayeti 5/3. madde kapsamında inceleyecektir. Başvuran, mahkum edildiği 22 Temmuz 2001 tarihinden, mahkumiyet kararının Yargıtay tarafından onandığı 7 Mart 2002 tarihine kadar ve aynı şekilde ikinci mahkumiyet karar tarihi olan 17 Temmuz 2003 tarihinden, kararın ikinci kez onandığı 28 Ocak 2004 tarihine kadar “yetkili bir mahkeme tarafından mahkum edildikten sonra yasalara uygun olarak tutuklu bulunmaktaydı”… Başvuranın halen tutuklu olarak yargılandığı dikkate alınırsa, değerlendirilecek toplam süre şu an itibariyle yaklaşık yedi yıl üç ay … Hükümet, sanıkların sayısı, davanın karmaşıklığı, başvurana verilecek ceza ve firar tehlikesi dikkate alındığında tutuklu yargılama süresinin makul olduğunu belirtmektedir. Başvuran, sağlık durumu nedeniyle firar etmesinin mümkün olmadığını ve kişisel ihtiyaçlarını zorlukla karşılayabildiğini belirtmektedir. Her ne olursa olsun, bu kadar uzun bir tutuklu yargılama süresinin haklı gösterilemeyeceğini ileri sürmektedir. AİHM’nin yerleşik içtihadı uyarınca, tutuklu yargılama süresinin makul olup olmadığı her davada davanın özel koşulları dikkate alınarak değerlendirilmelidir. … Sonuç olarak, başvuranın, genel bir değerlendirme gerektiren tutukluluk süresi makul süreyi aşmıştır. O halde AİHS’nin 5§3 maddesi ihlal edilmiştir.” (20 Şubat 2007 tarihli Remzi AYDIN/Türkiye Kararı)
Şunu da ifade etmek isteriz ki; AİHM’in tutuklulukta makul süre konusunda ele aldığı kriterler şunlardır:
- Özgürlüğün ne kadar süre kısıtlandığı,
- İsnad edilen suçun niteliği ile mahkumiyet durumunda verilebilecek cezanın ne olduğu,
- Özgürlüğünün kısıtlanmasının, kişi üzerindeki maddî, manevî ve diğer sonuçlarının neler olduğu,
- Sanığın davranış tarzı,
- Soruşturmanın yürütülme tarzı,
- Adli makamların yaptığı işlemler.
Hukuka Aykırı Delillere Dayanamama
Anayasamızın masumiyet karinesini düzenleyen 38/4. maddesindeki; “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar” ibaresi, ispatın önemini vurgulamaktadır. Suçluluğun hükmen sabit olması, ispatın hukuken geçerli olmasını anlatan bir ifadedir. Bu nedenle sanığa atılı olan fiil hukuka uygun olarak ispat edilene kadar, kişi masumiyet karinesinden yararlanacaktır. Suçluluğu ispat eden, ama hukuka uyulmadan temin edilen delillerin mahkeme kararına esas alınması, masumiyet karinesine aykırı durum oluşturmaktadır. AİHS’in adil yargılanma hakkına ilişkin 6. maddesinde ise hukuka aykırı biçimde elde edilen delillerin yargılamada kullanılamayacağına dair özel bir hüküm yoktur. AİHM, böyle hallerde yargılamanın tamamının adil olup-olmadığını ve kişiye savunma hakkının, hukuka aykırı biçimde temin edilen delile itiraz imkanının verilip-verilmediğini incelemektedir. (Bkz. 12 Temmuz 1988 tarihli Schenk/İsviçre kararı)
Suçsuzluk karinesi, İHAS açısından adil yargılanma hakkının (madde 6) bir unsurudur. Hukukumuzda ise, Anayasa’nın hakların korunması ile ilgili hükümlerinden biri olan 38. maddesinin 4. fıkrasında ceza yargılamasını ilgilendiren bir hak olarak düzenlenmiştir. Suçsuzluk karinesi, doktrinde genel olarak ceza yargılamasına hakim olan ilkeler arasında ve fakat adil yargılanma hakkından bağımsız bir şekilde incelenmektedir. Ancak, karinenin adil yargılanma hakkının unsuru veya bağımsız bir hak olarak kabul edilmesi, onun uygulama ve geçerlilik alanı bakımından farklı uygulamayı haklı göstermez.